Yazarlık Kursta Öğrenilebilirmi?

Batı’da uzun süredir popüler olan yazarlık kurslarına ilgi son yıllarda devletimizde de arttı. Bu ilgi Türkiye’de ne tür bir seyir izliyor? Yazarlık kurslarda ya da bu konudaki kitaplar vesilesiyle öğrenilebilir mi hakikaten? Yararlarının yanında ne tür zararları var bu kursların? Bu sorulara yanıt aradık.

Yaygın söyleyişle “yaratıcı” yazarlık kursları Türkiye için yeni olsa da bu türden girişimlerin Batı’da fazlaca uzun süredir revaç bulmuş olduğu görülüyor. Bilhassa 1970’lerden sonrasında iyice popüler hale gelen bu kurslara süre içinde üniversiteler de ilgi gösterdi. Mevzu hakkında yüksek lisans ve doktora programları açan bölümlere dikkatleri çekmek için meşhur yazarlara ders verme imkânı sunan üniversiteler kadar, üniversite dışı kurumlar da pek oldukça girişimde bulunuyor. Hatta bu türden kurslara ilgi çekebilmek için yazar adaylarına ürünlerini yayımlayabilecekleri mecmua, seçki benzer biçimde vaatler bile sıralanabiliyor. Nilüfer Kuyaş’ın da belirttiği benzer biçimde, bugün bilhassa ABD’da “yaratıcı yazarlık yüksek lisans programı” mezunu olmayan romancı neredeyse yok. Toni Morrison’dan Thomas Pynchon’a, Ian McEwan’a kadar birçok meşhur yazarın yolu bu programlardan geçmiş. Mevzuyla ilgili daha uç bir örnek: Sylvia Plath de bir yazarlık kursuna katıldıktan sonrasında yazmaya başladı, onu aslolan üne kavuşturan şiirlerini birazcık da bu yazarlık kursuna borçluydu.

Türkiye’de hemen hemen oldukça yeni olduğundan bu kurslara katıldıktan sonrasında yazmaya başlamış, daha doğrusu bu kurslar yardımıyla edebiyat hayatına atılmış yazar sayısı hakkında elimizde kafi veri yok. Şu kadarını söylemekle yetinebiliriz sadece: Bu kursların edebiyatımıza hangi yeni adları kazandırdığını, daha önemlisi Türk edebiyatında ne tür bir dönüşüm meydana getirdiğini, ne tür yararlara ve zararlara yol açtığını görmek için birazcık süre gerekiyor. Şimdilik bizlere bunun Türkiye’deki pratiklerini değerlendirme imkânı sunan bazı kurslar ve kitaplar var.

YAZARLIK BUGÜN DAHA MI ÇEKİCİ?

Semih Gümüş, geçtiğimiz ay piyasaya sürülen ve kısa sürede çoksatanlar listelerinin üst sıralarına yerleşen Yazar Olabilir miyim? adlı kitabının başlangıcında, “Yaratıcı yazarlık öğrenilebilir mi?” diye sorduktan sonrasında günümüzde öykü, roman yada şiir yazmanın sözgelimi otuz yıl evvelkinden daha çekici bulunduğunu vurguluyor. Asla şüphesiz bu ilginin artmasında düne kadar bazı yazınsal mahfiller vesilesiyle yaşam kabul eden edebiyatın bugünkü kontakt olana klarıyla daha geniş bir çevreye yayılmasının, çoksatan kitapların tesirinin ve Türkiye’de yayıncılığın bir endüstriye dönüşmesinin de oranı var. Nitelikli edebiyat ürünleri kadar popüler kitapların görmüş olduğu ilgi, bu endüstriye daha büyük kanallar açan gazete kitap ekleri, tv programları benzer biçimde unsurlar da eklenince yazarlık düne gore daha ilgi çekici bir hal aldı denilebilir. Sadece Türkiye’de mesela roman sayısının yıldan yıla artış göstermesini bir tek bu unsurlara bağlamak şüphesiz yanlış olacaktır. Her yıl giderek artan ilk kitap sayılarına baktığımızda bile bu ilginin hiç de küçümsenmeyecek ölçülere vardığı sonucuna ulaşırız. Demek ki yazarlık düne gore daha ilgi çekici, daha rağbet gören bir konuma haiz artık.

ATÖLYEDEN YAZAR ÇIKAR MI?

Türkiye’de yazarlığa ilginin giderek arttığına en mühim delillerden biri asla şüphesiz son yıllarda art arda oluşturulan yazarlık kursları. Belli başlı şehirlerde pek bir çok tanınmış yazarlar eliyle oluşturulan bu kurslara ilgi fazla. Sadece Murat Gülsoy, Semih Gümüş, Cemil Kavukçu, Ali Ural, Aydın Şimşek benzer biçimde yazarlarla Türkiye Yazarlar Birliği, UM:AG benzer biçimde kurumların düzenlemiş olduğu bu kurslar, ilk anda edebiyat dünyası tarafınca bir dirençle karşılandı. Yazarlığın bu türden kurs yada atölyeler vesilesiyle öğrenilemeyeceği, edebiyatın dışarıdan belirli bir müfredat dahilinde yürütülen bir çabanın değil tamamen bireysel bir girişimin ürünü olduğu, içsel bir deneyimin sonucunda yaşam bulmuş olduğu eleştirisiyle karşı karşıya kaldı bu türden girişimler. O şekilde ya, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, nitelikli olanla niteliksiz olanın tamamen bireysel bir çabayla öğrenildiği, bunun sonucunda da kendi deneyimini üretmeye soyunmuş bir yazar kuşağının aksine; belirli bir süre devam etmiş olduğu kurslar vesilesiyle bu bilgilere sav elden ulaşan, almış olduğu eğitim sonucu derhal yazar olmaya soyunan yazar adaylarına daha zahmetsiz ve kısa yoldan hedefe yetişme imkânı sunan bu yapı edebiyata ne tür bir katkı sunabilirdi? Üstelik bir tek kurslar değil, söz mevzusu alanla ilgili piyasaya sürülen kitap sayısı da dikkat çekiciydi. Romandan öyküye, hatta şiire varana değin yazarlık dersleri veren, genç yazar ve ozan adaylarına yol göstermeye niyetlenmiş nice kitap bulmak mümkün piyasada. Bu kitaplar, esasen fazlaca dirençle karşılanan bir mevzunun tekrardan alevlenmesine sebep oldu. Yazarlık, kurs ya da atölyeler veyahut bu türden kitaplar vesilesiyle öğrenilebilir mi hakikaten? Yararlarının yanında ne tür zararları var bu kursların? Kurslara ilgi Türkiye’de ne tür bir seyir izliyor? Ilk olarak bu sorulara yanıt bulmak gerekiyor.

USTAM ÖLDÜ BEN SATARIM

İster gerçek manada ister hayalî bir uzamda olsun, her yazar talibi yazıya soyunduğu ilk andan itibaren edebiyat tarihini karşısında bulur. Kimi süre usta diye bellenen bir yazar ya da yazarlar eliyle, kimi süre da koca bir edebiyat tarihiyle yazar adayının önünde ona yol gösteren bir dünya açılır. Anane tam da bu aşamada yazar adayına yeni imkânlar sunan fakat tıkanmalara da sebep olan bir değerler bütünü olarak yol gösterir. Düne kadar bilhassa bazı dergiler ve edebiyat mahfilleri ile başlı başına bir okul kabul edilen kimi yazarlar eliyle geleneğin sürekliliği sağlanmış, bir usta-çırak ilişkisi varlığını korumuştur edebiyatımızda. Fakat bu sürecin belirli bir program dahilinde yürümemesi çeşitli imkânlar sunmuştur genç yazar ve ozan adayına. Bu tercih onu çoğunlukla belirli bir edebiyat geleneğine ya da bir yazarın tesir alanına yakın tutarken, o geleneğin içinde kimi yeni devinimler oluşturmasına, hatta kimi zaman tüm tüm o gelenekten kopup kendi başına yeni bir deneyime soyunmasına da imkân tanımıştır.

    Semih Gümüş, adı geçen kitabının girişinde yukarıda belirtilen durumun tehlikeli bir tarafına çekiyor dikkati: “Kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz bir şahıs olduğuna gore, tüm bütüne onun öznel yorumları ve yargılarıyla belirlenmiş bir yola girmeye başlamışsınız anlama gelir.” Gümüş, kitabının ilerleyen bölümlerinde, yaratıcı yazarlık çalışmasını bir grubun parçası olarak, kolektif bir halde, sözünü etmiş olduğu sakıncayı giderebileceği görüşünü korumak için çaba sarfediyor: “Yazar adayının bir değil, birçok kişinin düşünceleri içinden geçerek bir yol bulması, asla şüphe yok ki daha nesnel seçimler yapmasını sağlar. Demek ki kolektif emek verme olanağı, bire bir ilişkilerden daha geniş, esnek, dolayısıyla daha olması gerektiği benzer biçimde emek verme fırsatları sunar.” Gümüş bu sözleriyle edebiyatın bireysel bir çabanın ürünü olduğu görüşünü ve usta-çırak ilişkisini tamamen yadsımamakla beraber, dikkatleri bu türden kurs yada atölyelere, onların faydalarına çekiyor aslen. Sadece burada şu noktanın gözden kaçırıldığını düşünüyorum: Bu yazarlık emekleri her ne kadar kolektif halde sürdürülüyor olsa da bu gruba bir yön belirleme eden, yazar adaylarını belirli bir plan dahilinde yönlendiren bir “eğiticinin” varlığı da unutulmamalıdır. Demek ki, sanıldığının aksine, nesnel ölçülerle hareket eden bir gruptan oldukça, öznel görüşleriyle bu gruba yön veren bir “eğiticinin” yönetimindeki bir gruptan söz edilebilir sadece. İlkinden değişik olarak yazar talibi ve onun usta diye bellediği yazarın yerini bu kez gene bir yazarın yönlendirdiği sadece sayıca fazla olan başka bir grup almıştır.

YAZARLIK BİREYSEL BİR UĞRAŞ

Kendisi de bir yazarlık atölyesini sürdüren Semih Gümüş, nerede ise tüm yazarlık atölyelerinde meydana getirilen uyarıyı paylaşıyor okurlarıyla: “Asla şüphe yok ki, yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği benzer biçimde, yaratıcı yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Yazarlık, tüm bütüne bireysel bir uğraş. Sonunda her soruna çözüm arayan yazar talibi, bu beklentisinin tam karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.” Öyleyse beklentisine bir karşılık bulamayacağını bile bile niçin bu türden kurslara yada kitaplara ilgi gösterir pek oldukça yazar talibi? Sözü edilen kurum ve kitaplar genç yazar adayına ne vaat eder?

    Bugün bilhassa Türkiye’deki yazarlık kurs ve atölyelerinin programlarına ve pek bir çok bu kurslardaki derslerin ürünü olan kitaplara baktığımız süre, bu kursların bir yazar adayına verebileceklerini de görmüş oluruz. Sözü edilen kursların ve kitapların en temel özelliği, yazınsal bir metnin iyi mi yazılacağına ilişkin yol yordam göstermesi, çeşitli tekniklerin kullanımı mevzusunda yazar adayında farkındalık meydana getirmeye niyetlenmesidir. Demek ki, içerikten oldukça biçime odaklanmış, dil ve kurgunun öne çıkarıldığı, yapının ehemmiyet kazanılmış olduğu, çoğunlukla mühim yazarların tekniklerine yoğunlaşılan bir bağlamla karşı karşıyayız.

    Yazarlık kursları mevzusunda Türkiye’deki mühim adlardan kabul edilen yazar Murat Gülsoy’un düzenlemiş olduğu atölyelere baktığımızda bu gerçek kendisini en net halde gösteriyor. Yazarlık kurslarında Gülsoy, kendi yazarlık deneyimi kadar başka yazarların metinlerinin çözümlemelerine de yer veriyor. Gülsoy’un, öteki yazarlardan değişik olarak bu seminerler bütününü bununla birlikte kendi yazarlık uğraşı için bir tür avantaja çevirilmiş olduğu görülüyor. Bu kurs ve atölyelerde verdiği dersleri Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık ve 602. Gece adlı kitaplarına taşıyan yazarın kısa sürede piyasaya sürülen Tanrı Beni Görüyor mu? adlı kitabıysa gene bu atölyelerde öne çıkardığı kimi teknikler yardımıyla yazdığı metinleri içeriyor. Bir resimden yola çıkarak metin oluşturma, diyalog yazımı, başka bir yazarın metnini genleştirme, kimi kilit kelimeler yardımıyla bir metin yazma, karakter oluşturma benzer biçimde kurmacanın unsurlarını öne çıkaran bu tekniklerin kullanıldığı ‘Tanrı Beni Görüyor mu?’daki öyküler asla şüphesiz etkisinde bırakan sadece her yenilikçi fikrin bir süre sonrasında yerleşik hale gelmesi sonucu kendi benzerlerini doğurma tehlikesine de kapı araladığını hatırlatmak gerek.

YAZARLIK KURSLARINDAKİ TEHLİKE

Kurmacanın tüm unsurlarının anlatıldığı ve yazar adaylarının da etken olarak katılmalarının beklendiği bu kursların doğurduğu tehlikeler tam da bu aşamada başlıyor kanımca. Bu kurs ve atölyeler her yazar adayına kim bilir o zamana kadar bilincinde olmadığı bazı teknikleri öğretirken, bununla birlikte birbirine oldukça yakın metinler üreten, eğitici yazarın türevi denilebilecek, dahası bir tek biçime odaklanmış bir yazarlar topluluğunun oluşmasına da yol açıyor. Kendisi de bir dönem üniversitelerde bu tür dersler veren Cem Akaş, bu kursların katılımcılarının çoğunlukla kendilerini ifade edebilecekleri bir ortamda bulunmak istedikleri (kısaca bir tür terapi) için orada olduklarını belirttikten sonrasında, yazarlık kurslarının en mühim iki sakıncasına çekiyor dikkatleri: “Yazma ediniminin teknik yönleriyle ilgili bazı yetiler kazandırmayı amaçladığı varsayılabilecek yazı atölyelerinde bile kişinin en iyi bilmiş olduğu şeyi yazarak başlaması isteniyor, şu sebeple böylece tekniğe odaklanması kolaylaşıyor. Doksan kuşağı dünya yazarları içinde ‘ben edebiyatı’ yapanların ne kadar oldukça olduğuna bir bakın.” Akaş’ın karşısındakine ulaşmayı temel alan bir etkinliğin bu denli kendine dönük bir hale gelmesinde ironik bir yan bulmuş olduğu ikinci eleştirisi de gene biçimle ilgili. 90’lı ve 2000’li yıllarda yazmaya başlamış yazarların mühim bir kısmında yazarlık derslerinin izlerinin görüldüğünü belirterek, bu yazarların cümlelerindeki ödat ve zarfların kırılma biçimlerinin bile birbirini andırdığını vurguluyor Akaş.

    Yazarlık kurslarının ve üniversitelerin, edebiyatın yaygınlaşması açısından görmüş olduğu işlev elbet oldukça mühim. Sadece Elif Batuman’ın “Gerçek Diplomayı Al” başlıklı yazısında belirttiği benzer biçimde, yalnızca teknik becerinin öne çıkartıldığı bu türden girişimler, bir tür teknik azınlık edebiyatının oluşmasına da yol açıyor. Dünya ve tarih bilincinden yoksun, kendisinden önceki yazarlardan ve edebiyat tarihinden bihaber, gelenekle hiçbir irtibatı olmayan, yanı başlangıcında olup bitenlerle bile bir derdi bulunmayan, yalnızca ben’e odaklanmış; öte taraftan kitabının ne tür tercihler yardımıyla dolaşıma gireceğini bilen, pazarlama stratejilerini oldukça iyi kavramış bir yazar kuşağının Türkiye’de de adım adım yaklaşmakta olduğu aşikâr.

***

Türkçede Yazarlık Dersleri Külliyatı

Murat Gülsoy:Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık. Can Yayınları.

Tanrı Beni Görüyor mu? Can Yayınları. 602. Gece. Can Yayınları.

Semih Gümüş:Yazar Olabilir miyim? Notos Kitap.

Aydın Şimşek:Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme. Kanguru Yayınları.

Yeşim Gökçe:Ben Büyüyünce Yazar Olacağım. Kapital Yayıncılık.

Veysel Çolak:Şiir Nedir? Iyi mi Yazılır? İkaros Yayınları

Danell Jones:Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri. Timaş Yayınları.

Stephen May:Yaratıcı Yazarlık. Iyimser Kitap.

***

Semih Gümüş: İlginin sebebi, yazmaya merakın artışı

Yaratıcı yazarlık atölyelerinin son yıllarda bizde de gitgide artmasının aslolan sebebi, yazmaya meraklı olanların artışıdır. Edebiyata, öykü ya da roman yazmaya büyük bir yönelim var. Dolayısıyla bu ilgiyi karşılamaya çalışanlar da daha oldukça sayıda çıktı ortaya. Ayrıca yaratıcı, yazınsal yazının sorunları üstünde de daha oldukça durulmaya başlandı mı? Sanırım buna da pozitif yönde bir cevap verebiliriz. Bir ihtimal ayrıca nitelikli imalathane emekleri yapmanın yanı sıra, bazı kurumların, derneklerin vb. bu ilgiden azca oldukça para kazanma amacı da bu kursların artışındaki nedenler arasındadır.

    Bu tür imalathane çalışmalarında yaratıcı yazarlık öğrenilmez, ben bunu hep söylüyorum. Fakat yaratıcı yazarlığa giden yolların yordamların öğrenilmesi, yaratıcı yazının bazı sağlam ipuçlarının kavranması, yanlış alışkanlıkların yerine doğrularının konması, bakış açılarının değişmesi ve en önemlisi, doğru bir okuma biçimi edinmenin yollarının görülmesi pekâlâ sağlanabilir. Notos Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ndeki amaçlarımız da bunlar. Dolayısıyla bu amaçlar pek oldukça yazar adayının önünü açabilir. Kimi iyi yazarlar da çıkabilir ayrıca. Bizim atölyemize gelip de sonradan iyi yazarlar olarak yazdıklarını yayımlayan pek oldukça yeni yazar var. Niçin olmasın?

    Yazar Olabilir miyim? hakikaten de büyük bir ilgi görmüş oldu. Bu ortamı bildiğim için bir ilgi göreceğini biliyordum fakat bu kadarını beklemiyordum. Öte taraftan, bir kılavuz kitap yazmaya çalıştım, yararlı olmasını da amaçlayarak. ‘Yazar Olabilir miyim?’in, yazanlar için de yazmayanlar için de, kendini edebiyatın içinde gören her insana yararlı olacağını sanıyorum.

Murat Gülsoy: Kim tarafınca verildiğine bağlı

Yaratıcı yazarlık derslerinin bir işe yarayıp yaramadığı, kim tarafınca iyi mi verildiğine bağlı olarak değişmiş olur. Normal olarak yazarlık öğrenilebilir ve öğretilebilir bir sanattır. Bugün kalem oynatan tüm yazarlar da bunu bir halde öğrenmişlerdir ve yazdıkları sürece öğrenmeye de devam ederler. Sadece bu tür konuların oldukça yüzeysel şekilde ele alındığı ortamlarda kestirmeci bir yaklaşımla denir ki, “Marquez olmak öğretilir mi? İnsan Yaşar Kemal olmayı öğrenebilir mi?” Normal olarak böyle bir durum mümkün değildir. Bundan dolayı yaratıcı yazarlık bir sanat eğitimidir ve sanatçı adayına o alanın teknik ve kuramsal bilgilerini aktarmak, yazar adayına çalışabileceği atölyeyi sunmakla mesuldür. Tıpkı fotoğraf sanatını öğreten akademiler benzer biçimde… Akademide de hiç kimseye Picasso olmak öğretilmez. Sanat insanoğlunun kendini ve dünyayı keşfetme macerasıdır. Sadece eğitimle ve çalışmayla sanatı yan yana düşünemeyen zihinler için yazarlık da öteki tüm “kabiliyetler” benzer biçimde doğuştan gelir. Bu yaklaşımsa insanı hiçbir yere götürmez.

Cemil Kavukçu: Atölyelerin öğreteceği tek şey okuma biçimleri

Bu ilginin nedenini ya da nedenlerini açıklamak pek kolay görünmüyor bana. İletişim kopukluğu ve kendini ifade edememe mevzusunda bir arayış da olabilir, gittikçe popülizme kayan edebiyatımızda şöhreti kısa yoldan elde etme çabası da. Sadece yazar olmak için bu kanallara yönelenlerin büyük çoğunluğunun yeterince okumadığı, edebiyatımızı tanımadığı da bir gerçek.

    Yazma seminerleri ve yaratıcı yazarlık atölyelerinin öğretebileceği tek bir şey var; o da okuma biçimleri. Yapıtların değişik açılardan ele alınacağını gösteren çözümleyici bir bakış edinilmesi mühim bence. Yoksa öykü ya da romanın iyi mi yazılacağına dair formülleri kimse veremez. Bu tür atölyeler yazarlık kabiliyeti olanlar için süreci hızlandıran alanlar. Raymond Carver yazma seminerlerine katılmasaydı da gene Raymond Carver olacaktı.

Ali Ural: Öğrencilerimde üç şey arıyorum; zekâ, talep ve disiplin

Yaratıcı yazarlık her şeyden ilkin insanoğlunun güzel duyu eğitimi temel alınarak oluşturulmuş bir data ve tecrübe alanıdır. Tüm güzel sanatların öğretilebildiği bir dünyada yazarlığın öğretilemez ya da geliştirilemez bir genetik şifreye haiz bulunduğunu iddia eden yazarlar, edebiyatın “inşa” tarafını gözlerden kaçırarak tanrısal bir role talip olmaktadırlar. Edgar Allan Poe’nun “Yazmanın Felsefesi” metni tam da bu mevzuya eğilmekte, “Kuzgun” şiirinin “inşa” safhalarını özetleyen Poe,  kendi tanımıyla edebiyatın “yazar beylerin kibri” yüzünden örtbas edilen akıl ve tecrübe tarafını göstermeye iş yapmaktadır. Bir bilim alanı olmadan ilkin usta-çırak ilişkisi içinde varlık kabul eden yaratıcı yazarlık eğitimleridir ki Ezra Pound’dan Eliot’ı, Flaubert’den Maupassant’ı, Puşkin’den Gogol’ü, Yahya Kemal’den Tanpınar’ı çıkarmıştır. Bu alanda senelerdir emek veren biri olarak öğrencilerimde üç şey arıyorum ben: Zekâ, aşk derecesinde talep ve disiplinli emek verme. İlk ikisi Tanrı vergisi bunların. Üçüncüsü bizim alanımız. “Disiplinli emek verme” içine başta Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları olmak suretiyle irdeleyici ve dönüştürücü okumalar, beyazperde, fotoğraf ve müzik benzer biçimde hayal gölünü besleyen ırmaklar ve güzel duyu gelişime yardım eden bir takım kurgusal temrin giriyor. Her şeyden ilkin de minimum dört yıl devam eden sıkı bir takip. Kitapları piyasaya sürülen öğrencilerim daha şimdiden Türk edebiyatındaki yerlerini aramakta olduklarını hissettirdiler sağduyulu edebiyatçılarımıza. Ben bu evlatların içinden  yalnız Türk edebiyatına değil dünya edebiyatına da mührünü vuracak ustaların çıkacağına inanıyorum.  Yüce Tanrı, “İnsan için sadece çalmış olduğu vardır. Normal olarak ki çalışmasını yakında görecektir…” buyurmuyor mu!

***

Batı’da yazarlık programlarının serüveni

MUSA İĞREK

Birkaç yazar biyografisi ile başlamış olalım:

Kazuo Ishiguro: “East Anglia Üniversi-tesi’nde Malcolm Bradbury’den yazarlık eğitimi aldı. 1981’de üç tane kısa hikâyesi yayımlandı ve Ishiguro o tarihten beri bir tek yazarlık yapıyor.”

Kiran Desai: “2006 Man Booker Ödüllü yazar, 14 yaşlarında annesiyle beraber Hindistan’dan ayrılarak İngiltere’ye yerleşti. Sonrasında ABD’ya geçen Desai, Bennington College, Hollins and Columbia üniversitelerinde yazarlık dersleri aldı.”

Ian McEwan: “İngiliz edebiyatı üstüne yüksek lisansını yaparken romancı Malcolm  Bradbury’den yazarlık dersleri aldı.”

“Yaratıcı yazarlık eğitimi aldı” cümlesi Batılı yazarların biyografilerine ‘gururla’ kondurdukları bir ifade. Türkiye’de bu ‘övüncü’ biyografisine iliştiren yazarlara rastlamaksa hemen hemen mümkün değil, fakat yazarlık kurslarına gittikçe artan ilgi, kısa sürede karşımıza bu tür biyografileri çıkarabilir.

Batı’da yazarlık kursları

Yazarlık kurslarının/derslerinin Batı’daki evveliyatına baktığımızda garip bir tablo karşımıza çıkıyor.

Batı’da fazlaca uzun bir mazisi olan “yazarlık programları” ilk kez ABD’da adım atar. Iowa Üniversitesi’nde 1936’da oluşturulan program büyük talep görür ve zaman içinde saygı duyulan bir konuma yerleşir (üniversitenin yazarlık programından mezun olup Pulitzer Ödülü kazanan 17 isim var). “Amerikan icadı” olarak görülen yazarlık programlarının İngiltere’de benimsenmesi ise birazcık süre alır. İngiliz yazar, eleştirmen ve akademisyen Malcolm Bradbury’nin ortalama yarım yüzyıl ilkin Angus Wilson ile İngiltere’deki East Anglia Üniversitesi’nde kurduğu yüksek lisans programı, o dönemde büyük bir münakaşaya yol açsa da şimdilerde bir ‘ekol’ olmuş durumda. Hatta bazılarına göre yazar olmanın yolu bu programdan geçiyor. 1960’larda gerçek anlamda kabuğunu kıran söz mevzusu programlar artık bir ‘sanayi’ haline geldi. Ishiguro ve McEwan örneğinde olduğu benzer biçimde, İngiltere’de Bradbury’den ders almak parlak bir etiket olarak biyografilerde yer buluyor.

Malcolm Bradbury

Son yıllarda büyük bir ‘pazar’ olarak görülen yazarlık programları ve kursları, haliyle üniversitelerin iştahını kabartıyor ve bu büyük pastadan hisse almak için pek oldukça okulda bölümler açılıyor. Birazcık sayılara bakalım: ABD’da ortalama 300, İngiltere’de ise 90 üniversite “yaratıcı yazarlık” alanında lisans, yüksek lisans yada doktora derecelerinde eğitim veriyor. Başka rakama gore bir tek İngiltere’de yılda 10 bine yakın yazarlık atölyesi, sertifika programı düzenleniyor. Üniversitelerin yanı sıra kimi edebiyat ajanları da kendi atölyelerini kurarak talebe kabul ediyor ve yayıncılık mevzusunda deneyimlerini paylaşıyorlar. Bu halkaya gazetelerin düzenlemiş olduğu atölyeler de eklenebilir. Mesela İngiltere’nin en saygın gazetelerinden The Guardian’ın sayfalarında gazetenin düzenlemiş olduğu atölyelerin boy boy reklamlarını görmek mümkün.

“Her insanın yazar olabileceği yer”

Orhan Pamuk’un deyişiyle “yazmanın ruhsal bir şey olarak değil, bir zanaat olarak ele alındığı” yazarlık programlarında her kurum değişik yazı türlerinde seçenekler sunuyor ve deneyimli yazarlarca eğitim veriliyor. Bu programların bir ucunda yazmaya hevesliler, öteki ucunda ise bu işin eğitimini veren yazarlar var. Pek oldukça yazar ikinci bir iş olarak bu atölyelerde ders veriyor, bir bakıma ekmek parasını buradan kazanıyor. Programlara kayıt olmak isteyenlerin de ders veren hocaları göz önünde bulundurduğunu açıklayalım. Hatta üniversiteler bu işi abartıp “kitapları onlarca dile çevrilen ödüllü yazardan yazarlık dersleri” benzer biçimde ilanlarla öğrenciyi bu kurslara çekmeye çalışıyor.

İngiltere’de bu mevzuda bir anlamda işin ‘piri’ sayılan başka bir örnek ise Arvon Writing Foundation. 1969’da kapılarını açan vakıf, devletten almış olduğu teşvik ve sponsorlar yardımıyla dünyanın dört bir yanından yazarlığa meraklıları ağırlıyor, burslar veriyor. Şehrin haricinde bir yazarlık köyü olarak tanımlanabilecek mekânın kapısı her insana açık. Vakfın yöneticisi Ruth Borthwick’in deyişiyle “her insanın yazar olabileceğine inanılmış olduğu” bir yer burası. Ortalama bir haftalık  yazarlık atölyesinde pek oldukça türde usta yazarlar eşliğinde dersler veriliyor.

Birazcık tehlikeli sulara açılıp en can alıcı soruya geçmenin vaktidir: Yazarlık öğrenilebilir mi, bunun bir tekniği var mı? Yazarlık programları mevzusunda pek oldukça münakaşanın bulunduğunu derhal belirtelim. Bir yanda yazarlığın bir nevi fotoğraf, bale öğrenmek, oyunculuk yada bir müzik enstrümanı çalmak için eğitim almak benzer biçimde değerlendirilip yazma işinin tavan arasından çıkarılması, birazcık daha erişilebilir hale getirilmesi icap ettiğini savunanlar var. Bu yüzden yazarlığın ilkokullarda ve liselerde mecburi ders olarak okutulmasından yana olanlar mevcut (o şekilde ki, İngiltere’de kimi okullar çocuklar için yazarlık kursları düzenlemeye başladı). Öte tarafta bu kursların, yazmanın teknik kısmı ile ilgili yol gösterici olabileceği görüşü başat. Teknik demişken, Amerikalı yazar Raymond Chandler’ı dinleyelim: “Tek başına teknik asla kafi değil. Yazmak için tutku da olmalı.”

“Yeni ruh sağlığı merkezleri”

Bir öteki görüş ise bu programlara tamamen karşı; yazarlığın atölyelerde öğrenilemeyeceğini korumak için çaba sarfeden, hatta bu programları zaman öldürmek, boşa para harcamak olarak değerlendiren bir cenah var. Bu eleştirilere ek olarak, yazarlık atölyelerinde “basmakalıp” kurgular üretildiğini dillendirenler de mevcut. Mesela Hanif Kureishi, geçtiğimiz yıllarda yazarlık derslerini “yeni ruh sağlığı merkezlerine” benzetmiş ve bu programlara katılanların yazınsal kariyer yapmasının kaçınılmaz olacağı algısının oluşturulduğunu dile getirmişti. Epey tepki gören Kureishi birazcık da kelimelere takılarak “creative” (yaratıcı) ve “kurs” kelimelerini yan yana getirmenin aldatıcı bir tarafı bulunduğunu söylemişti. Yazarlık programlarına bir öteki mühim tepki de bu alanın buluş edilmiş olduğu ABD’den gelmişti. Geçtiğimiz yıl 190 yazar ve öğretmen, yazarlık kurslarını protesto etmiş ve buna gerekçe olarak söz mevzusu kursların aldatıcı fena tesirini göstermişti.

“Yazarlık programları edebiyatın geleceğini koruyor”

Peki yazarlık programlarının yöneticileri ne diyor? East Anglia Üniversitesi’ndeki yüksek lisans programının direktörü ve bununla birlikte yazar olan Andrew Cowan, bu kursların kimseyi bir yazara dönüştüremeyeceğini, eğer bir kabiliyetiniz var ise ve sıkı çalışmaya niyetliyseniz, bu programların meraklısını süratli bir halde geliştireceğini söylüyor. Londra Üniversitesi’nde yazarlık dersleri veren Profesör Russell Celyn Jones ise bu programların edebiyatın geleceğini koruduğu görüşünde. Bu iki yaklaşımın yanına gazeteci-yazar Ian Jack’ın sözlerini ekleyelim: “Gençler bu programlara niçin başvuruyor? Bundan dolayı yeni bir Zadie Smith olabileceklerini düşünüyorlar. Niçin üniversiteler bu programları sürdürüyor? Bundan dolayı iyi para kazanıyorlar. Peki, bu görevli bir davranış mı?”

Kiran Desai

Bu programlara katılan Booker Ödüllü yazar Kiran Desai ile Kitap Zamanı için yaptığımız söyleşide Desai mevzuyla ilgili sorumuza şu şekilde yanıt vermişti: “Yazarlığın öğrenilebilecek değil, geliştirilebilecek bir şey bulunduğunu düşünüyorum. Bu, içten gelmeli. Birçok yetenekli insan var ki, bir yapıt ortaya koyamıyorlar. Bundan dolayı yazarlık belli bir disiplini, düşünceleri toparlamayı gerektirir. Bu da emek vererek öğrenilebilir. Bir de oldukça mutlu bir halde üniversiteye gidip, dersler alıp ben yazar oldum demek bu işin doğasına aykırı. Yazma eylemi yazarı yoran ve çaba gerektiren bir şey. Başkasının öğreteceği değil, sizin geliştireceğiniz bir fiil.”

Okuma kursları olmalı

Elif Şafak bu mevzuda şu şekilde düşünüyor: “Yaratıcı yazarlık doğuştan gelen bir kabiliyet mi yoksa sonradan edinilen bir artam mi? Kanımca işin kabiliyet kısmını fazla efsaneleştiriyor, romantikleştiriyoruz. Eğer bir oran vermek gerekse yüzde 33 derim. En fazla yüzde 40. Gerisi emek emek emek. Okumak gerek.” Yazarlık kurslarını karşısına alan, Harry Potter serisinin yazarı J.K. Rowling’in önerisi ise bu programların yerine “yaratıcı okuma” kurslarının verilmesi. Usta yazar Borges’in hemşerisi yazar Luisa Valenzuela ise “Kimseyi yazar yapamazsınız.” diyerek, yazarlığın doğuştan gelen bir dünyayı görme biçimi olduğundan söz ediyor ve buna dil sevgisi ile yazıya yaşam boyu bağlılığı ekliyor.

    Tüm bu tartışmalar bir yana, yazarlık kurslarının işlevinin ne olması gerektiği mevzusunda ortak görüş şu: Ufuk açmak, hayal enerjisini geliştirmek ve en önemlisi yazma mevzusunda motive etmek. Tıpkı Amerikalı yazar Kurt Vonnegut’ın söylediği benzer biçimde: “Yaratıcı yazarlık dersleri verdiğim süre öğrencilerime, karakterlere ilk fırsatta istediklerini yaptırmalarını söylerdim, sözgelişi bir bardak su içirmek.”

“Edebiyat, bir usta-çırak ilişkisidir”

Peki, bu kursların yaygınlaşmasının sebebi ne?  Bu ilgiyi artık edebiyat dünyasında pek sık rastlamadığımız usta-çırak ilişkisinin yokluğu, yazmaya heveslilerin yalnızlığı tetikliyor diyebiliriz. Ahmet Mithat Efendi ile Fatma Aliye Hanım, T. S. Eliot ile Ezra Pound, Hemingway ile Gertrude Stein benzer biçimde örnekleri görmek artık oldukça zor, bu yüzden yeni nesil yazarlar ürünlerini paylaşacakları, düşünce alışverişinde bulunacakları bir ‘yol’a gereksinim duyuyor. Memet Fuat seneler ilkin bu mevzuda bakın neler demiş: “Günümüzde pek o şekilde usta-çırak ilişkisi yok sanıyorum. Daha oldukça gençler gruplaşıp birbirlerini eleştiriyorlar. Ya da aralarına bir meşhur şahıs de katılıyor. ‘Tekke’ deniyor o süre. Fakat oldukça azca bu tür gruplaşmalar. İleride bizim üniversitelerimizde de yaratıcı yazarlık dersleri başlarsa bu gereksinim en iyi halde karşılanmış olur.” Hilmi Yavuz’un usta-çırak ilişkisi mevzusundaki şu sözleri ise yazarlık programlarının niçin rağbet gördüğünü açıklıyor aslen: “Ben edebiyatın bir usta-çırak ilişkisi olduğuna inanıyorum. Edebiyat bir tür tarikat ilişkisi gibidir. Kısaca siz ehl-i tarik olursanız kesinlikle bir mürşit, bir yol gösterici gereklidir. (…) Doğal belli bir noktadan sonrasında ister istemez kendiniz oluyorsunuz. Bundan dolayı belli bir noktaya erişince ustanız artık size öğretecek bir şeyinin olmadığını söylüyor. Artık kendi kimliğinizi bulmuş oluyorsunuz, kendi şiirinizi yazmaya başlıyorsunuz.” Şiir demişken Neruda’yı anmamak olmaz: “Genç şaire verilecek nasihat yoktur.”

“Yazar olmak istenmez, yazar olunur”

Yazarlık programları kendi ırmağında akadursun, Batı’da bu mevzuda hatırı sayılır bir kitaplık var, bir tek online kitap satış sitelerinde “creative writing” yazdığınızda yüzlerce kitap önünüze çıkıyor, kimi kütüphanelerin bu mevzuya ayrılmış raflarına rastlamak mümkün. Özetlemek gerekirse yazar olmanın kolay yolları öğretiliyor. Bu mevzuda piyasaya sürülen kitapların çokluğundan olsa gerek iyi yada fena kitabı birbirinden ayırt etmek artık pek mümkün değil. Hatta birazcık daha ileri gidip, bu yüzlerce kitabın talihini bir devrin pek popüler olan, sonrasında ise gözden düşen kişisel gelişim kitaplarına benzetmek mümkün.

Yazarlık kurslarının ve programlarının bir sanayi haline geldiğini, pek oldukça kimsenin iştahını kabarttığını yineleyerek son sözü Amerikalı yazar Paul Theroux’ya verelim: “Yazar olmak istenmez, yazar olunur.”