Başöğretmen Hikmet Bey, bir gün hışımla sınıfa girdi ve âdeta bağırdı:

“Çocuklar, İsmet Paşa’nın diktatör olduğunu söyleyenlere sakın inanmayın, ne Atatürk diktatördü, ne de onun şanlı arkadaşı İsmet İnönü. Zaten diktatörlüğü kaldırıp cumhuriyet ilan eden de onlardır.”

Başöğretmenimiflah olmaz bir “İnönücü”ydü, dönemin başbakanı Adnan Menderes’e ve iktidardaki Demokrat Parti’ye de çok kızıyordu…

Hışımla sınıfa girip, girer girmez o devrin ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü’yü savunmasından anladım ki, dışarıda birileriyle bu konuyu tartışmış, iyice damarına basmışlar.

Hem sınıfa çöreklenen ağır havayı dağıtmak, hem de sınıfın “çokbilmiş”lerinden olduğumu göstermek açısından hemen sormuştum:

“Diktatör ne demek öğretmenim?”

Hızla bana dönüp, “Yine mi sen?” der gibi yüzüme baktıktan sonra: “Sınırsız yetki sahibi yönetici demektir çocuklar” diye izah etti, “sadece padişahlar sınırsız yetkilere sahipti: Dedikleri dedik, çaldıkları düdüktü…”

Başöğretmenim böyle diyordu, ama benim o yaşta okuduğum bir kitapta, Fransız tarihçi A. Ubicini (Tanzimat döneminde Türkiye’ye gelip uzun süre kalmış, Osmanlılar hakkında yazdığı eserler, Batı’da çok büyük ilgiyle karşılanmıştı) farklı şeyler söylüyordu…

“Osmanlı hükümeti şeklen bir istibdat görüntüsü vermekle birlikte, dikkatle incelendiği zaman, dünyanın hiçbir yerinde misli görülmemiş derecede yumuşak bir idare olduğu anlaşılır.”

Başka bir Fransız ise, “Padişahın iradesi, Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının içtihadlarından [yorumlarından], yahut şeyhülislâmın fetvalarından üstün değildir… Örf ve âdetlere dayanan halkın gücü padişahların iradesinden çok daha üstündür.” (A.L. Castellan) diyerek soydaşını doğruluyordu.

İngiliz sefiri Th. Thornton ise, padişahların sınırlı yetki sahibi olduklarını kesin bir dille açıklıyor, sonra da şu hükme varıyordu:

“Böyle kanunî sınırlamalar olan bir ülkede (Osmanlılarda) elbette istibdat olamaz.”

Şimdi, Başöğretmenimin “sınırsız yetki” izafe ettiği padişahlardan birkaçının durumuna bakalım isterseniz…

Bursa Kadısı Molla Fenari, devrin öfkesi burnunda padişahı Yıldırım Bayezid’ın şahitliğini “Terk-i cemaat idüğün şuyû bulmağılen şehâdetün caiz değildür”, yani “Namazlarını cemaatle kılmadığın duyulduğundan şahitliğini kabul etmiyorum” diyerek şahitliğini reddediyor, Fatih Sultan Mehmed, Molla Gürani tarafından bir yemek esnasında azarlanıyor, padişahlığı bırakıp dervişliğe dönmek istediği günlerin birinde “Senin rahmetin zahmettedir” denilerek Ak Şemseddin Hoca’sının huzurundan kovuluyor, Yavuz Sultan Selim, Zembilli Ali Cemali Efendi’nin tehdidi karşısında fermanını geri almak zorunda kalıyor, Sultan Avcı Mehmed, cuma namazı esnasında kürsü vaizi Himmetzâde Abdullah Efendi tarafından “Nedir bu av merakı, nedir bu nefsi emareye uymalar, Allah’dan korkmaz mısın?.. Devlet sahipsiz kaldı… Şimdi avlanma zamanı değil ağlama zamanıdır” denilerek azarlanıyordu.

Bu padişahlar diktatör müydüler yani?..

Diktatör olsalardı, kendilerini herkesin huzurunda azarlayan insanları yaşatırlar mıydı?

Ya da Sultan IV. Murad, meşhur risalesinde kendisini acımasızca eleştiren Koçi Bey’i ödüllendirir miydi?

Bir de gelin bu gözle cumhuriyet döneminin 1950’ye kadarki kısmına bakın…

Yavuz Bahadıroğlu/Yeni Akit 20 Nisan-2016